Verginle Güvendesin – You are safe with your taxes

“Dünkü kurul toplantısı, Hatırımda, ama patlak bir davul yalnızca,
Şehirde gece yarısı,
Boşluğa çalan flütler,
Bıçak açmaz ağızlar,
uyuyan suratlar,
Çalınmayan her bir makine,
Dilsiz, çöp atılmış mekânlar…
İnsanların geçtiği
Neşelenir tüm sessizlikler,
Ağlar (yüksek sesle ya da alçak),
Konuşur –ama ses kimin
Sesi, bilmiyorum.
Susan’ın yokluğu, örneğin,
Yokluğu Egeria’nın
Kolları ve göğüslerinin,
Dudaklarının yokluğu ve ah, evet, kalçalarının,
Yavaşça vücuda gelir;
Kimin? ve sorarım, neyin
Varlığıdır böylesine tuhaf olan,
Öyle bir şey ki aslında olmayan,
Yine de daha sağlam doldurur geceyi
Çiftleştiklerimizden,
Niye sefil gelir ki insanlara bu?”
“Yesterday’s committee, Sticks, but a broken drum, Midnight in the City, Flutes in a vacuum, Shut lips, sleeping faces, Every stopped machine, The dumb and littered places Where crowds have been: … All silences rejoice, Weep (loudly or low),
Speak-but with the voice Of whom, I do not know. Absence, say, of Susan’s, Absence of Egeria ‘s Arms and respective bosoms, Lips and, ah, posteriors, Slowly form a presence; Whose? and, I ask, of what So absurd an essence, That something, which is not, Nevertheless should populate Empty night more solidly Than that with which we copulate, Why should it seem so squalidly?

IMG_20171223_213634_768-01

Geleceğin en önemli Manhattan Projeleri, politikacıların ve katılan bilimadamlarının ‘mutluluk sorunu’ adını vereceği konuda –diğer bir deyişle, insanlara köleliklerini sevdirme sorunu konusunda–, devlet sponsorluğunda yürütülecek büyük çaplı araştırmalar olacaktır.

The most important Manhattan Projects of the future will be vast government-sponsored enquiries into what the politicians and the participating scientists will call “the problem of happiness” — in other words, the problem of making people love their servitude.

“Sadece size genel bir fikir vermek için,” diye açıkladı öğrencilere. Çünkü zaten işlerini zekice yapacaklarsa genel bir fikirleri olmak zorundaydı –ancak toplumun iyi ve mutlu üyeleri olacaklarsa ne kadar az bilirlerse o kadar iyi olurdu. Çünkü herkesin bildiği gibi, tikeller, erdem ve mutluluğu getirir; genellikler ise entelektüel açıdan kaçınılmaz belalardır. Toplumun omurgasını düşünürler değil, oymacılar ve pul kolleksiyoncuları oluştururlar.

“Just to give you a general idea,” he would explain to them. For of course some sort of general idea they must have, if they were to do their work intelligently-though as little of one, if they were to be good and happy members of society, as possible. For particulars, as every one knows, make for virtue and happiness; generalities are intellectually necessary evils. Not philosophers but fret-sawyers and stamp collectors compose the backbone of society.

IMG_20171223_213556_642

“Isı şartlandırması,” dedi Mr. Foster.

Bir sıcak tünelin ardından bir serin tünel geliyordu. Serinlik, şiddetli X ışınları yoluyla rahatsızlık hissiyle ilişkilendiriliyordu. Şişeden alınma anı geldiğinde, embriyolarda soğuk korkusu yaratılmış oluyordu. Yazgıları; tropik bölgelere göç edecek, madenci, asetatlı ipek dokumacısı ve demir çelik işçisi olacak şekilde belirlenmiş oluyordu. Sonra da beyinleri, bedenlerinin seçimini pekiştirecek şekilde işleniyordu. “Onları ısıyla büyümeye şartlandırıyoruz,” diyerek başladı Mr. Foster. “Üst kattaki iş arkadaşlarımız onlara sıcağı sevmeyi öğretecekler.” “Bu da,” diye veciz bir ifadeyle ekledi Müdür, “mutluluk ve erdemin sırrıdır –yapmak zorunda olduğun şeyi sevmek. Tüm şartlandırmaların amacı budur: insanlara, kaçınılmaz toplumsal yazgılarını sevdirmek.”

“Heat conditioning,” said Mr. Foster.

Hot tunnels alternated with cool tunnels. Coolness was wedded to discomfort in the form of hard X-rays. By the time they were decanted the embryos had a horror of cold. They were predestined to emigrate to the tropics, to be miner and acetate silk spinners and steel workers. Later on their minds would be made to endorse the judgment of their bodies. “We condition them to thrive on heat,” concluded Mr. Foster. “Our colleagues upstairs will teach them to love it.” “And that,” put in the Director sententiously, “that is the secret of happiness and virtue-liking what you’ve got to do. All conditioning aims at that: making people like their unescapable social destiny.”

IMG_20171223_213559_021

Baskılanan dürtü taşar ve oluşan sel, duygulardır, ihtiras selidir ve bu sel deliliğe dahi dönüşür; akıntının gücüne, setin yüksekliğine ve karşı koyma gücüne bağlıdır. Önüne set çekilmeyen akıntı, belirlenmiş kanallardan geçerek sakin ve keyifli bir varoluşa akar. Embriyo açtır; gece gündüz yapay kan pompası dakikada sekiz yüz çevrimlik devrini sürdürür. Şişeden alınan bebek çığlık atar; hemen bir hemşire görünür, elinde harici verilen bir salgı şişesi vardır. İşte bu zaman aralığında duygular, arzu ile arzunun tatmini arasına gizlenir. Bu aralığı kısaltırsan, bütün o eski, gereksiz setleri yıkmış olursun.

“Şanslı çocuklarsınız!” dedi Denetçi. “Sizleri duygusal açıdan rahatlatabilmek için –mümkün olduğunca duygulardan esirgeyebilmek için– hiçbir zahmetten kaçınmadık.”

“Fordumuz direksiyonunun başında,” diye mırıldandı Müdür, “Dünya’da işler tıkırında.”

 

Impulse arrested spills over, and the flood is feeling, the flood is passion, the flood is even madness: it depends on the force of the current, the height and strength of the barrier. The unchecked stream flows smoothly down its appointed channels into a calm well-being. (The embryo is hungry; day in, day out, the blood-surrogate pump unceasingly turns its eight hundred revolutions a minute. The decanted infant howls; at once a nurse appears with a bottle of external secretion. Feeling lurks in that interval of time between desire and its consummation. Shorten that interval, break down all those old unnecessary barriers.

“Fortunate boys!” said the Controller. “No pains have been spared to make your lives emotionally easy-to preserve you, so far as that is possible, from having emotions at all.”

“Ford’s in his flivver,” murmured the D.H.C. “All’s well with the world.”

IMG_20171223_213601_340

“Cennet denen bir şey vardı; ama yine de büyük miktarlarda alkol tüketirlerdi.”

“Ruh dedikleri bir şey vardı, bir de ölümsüzlük denen bir şey.”

“Fakat morfin ve kokain kullanırlardı.”

“F.S. 178 yılında iki bin tane eczacı ve biyokimyager maaşa bağlandı.”

“Altı yıl sonra ticari üretime geçildi. Mükemmel uyuşturucu üretiliyordu.”

“Gevşeticiydi, uyuşturuyordu ve keyifli halüsinasyonlar sağlıyordu.”

“Hristiyanlık ve alkolün bütün avantajlarına sahipti, ama yan etkilerini taşımıyordu.”

“İstediğin zaman, gerçeklikten uzaklaşıp tatile çıkıyorsun, geri döndüğünde ne başın ağrıyor ne de anlatacak mitolojin oluyor.”

“Pratikte İstikrar sağlanmıştı.”

 

There was a thing called Heaven; but all the same they used to drink enormous quantities of alcohol.”

‘There was a thing called the soul and a thing called immortality.”

‘But they used to take morphia and cocaine.”

‘Two thousand pharmacologists and bio-chemists were subsidized in A.P. 178.”

Six years later it was being produced commercially. The perfect drug.”

Euphoric, narcotic, pleasantly hallucinant.”

All the advantages of Christianity and alcohol; none of their defects.”

Take a holiday from reality whenever you like, and come back without so much as a headache or a mythology.”

“Stability was practically assured.”

IMG_20171223_213605_837

Bir süre sessiz kaldı; sonra alçak bir sesle, “Bir keresinde,” diyerek devam etti, “Diğerlerinden hiçbirinin yapmadığı bir şeyi yaptım; Yazın bir gün öğle saatinde, kollarımı açarak, çarmıhtaki İsa gibi, bir kayaya yaslandım.” “Niye yaptm ki böyle bir şeyi?” “Çarmıha gerilmenin nasıl bir şey olduğunu merak ediyordum. Güneşin altında asılı kalmanın…” “Ama niye?” “Niye mi? Bilmem…” diye tereddüt etti. “Çünkü yapmam gerektiğini hissediyordum. Eğer İsa dayanabildiyse. Bir de, insan bir hata işlemişse… Üstelik de mutsuzdum; bu da başka bir neden.” “Mutsuzluktan kurtulmanın tuhaf bir yolu gibi görünüyor,” dedi Bernard. Ama bir kez daha düşününce, o kadar mantıksız olmadığına karar verdi. Soma almaktan daha iyiydi…

He was silent for a little; then, in a low voice, “Once,” he went on, “I did something that none of the others did: I stood against a rock in the middle of the day, in summer, with my arms out, like Jesus on the Cross.” “What on earth for?”  “I wanted to know what it was like being crucified. Hanging there in the sun …” “But why?” “Why? Well …” He hesitated. “Because I felt I ought to. If Jesus could stand it. And then, if one has done something wrong … Besides, I was unhappy; that was another reason.” “It seems a funny way of curing your unhappiness,” said Bernard. But on second thoughts he decided that there was, after all, some sense in it. Better than taking soma …

IMG_20171223_213608_359

Kalemini tekrar alıp “Yayınlanamaz” sözcüğünün altına ilk çizgiden daha kalın ve daha koyu ikinci bir çizgi çekti, sonra da derin bir nefes aldı. “İnsan mutluluk konusunu düşünmek zorunda olmasa, yaşam ne kadar eğlenceli olurdu!” diye düşündü.

He picked up his pen again, and under the words “Not to be published” drew a second line, thicker and blacker than the first; then sighed, “What fun it would be,” he thought, “if one didn’t have to think about happiness!”

Büyük Cemaat Baş Şarkıcısı’na hınç beslemek faydasızdı; Baş Şişeleyici veya Sosyal Belirleme Müdür Yardımcısı’ndan intikam almak olanaksızdı. Kurban olarak, Bernard için Vahşi, diğerlerine göre çok daha üstün konumdaydı, çünkü ulaşabileceği biriydi. Bir dostun temel işlevlerinden biri, vermek istediğimiz, ama düşmanlarımıza uygulayamadığımız cezaları (daha yumuşak ve sembolik bir biçimde) çekmektir.

Nourishing a grievance against the Arch-Community-Songster was useless; there was no possibility of being revenged on the Chief Bottler or the Assistant Predestinator. As a victim, the Savage possessed, for Bernard, this enormous superiority over the others: that he was accessible. One of the principal functions of a friend is to suffer (in a milder and symbolic form) the punishments that we should like, but are unable, to inflict upon our enemies.

IMG_20171223_213610_531

Koğuşun ucuna ulaştıklarında Linda ölmüştü. Vahşi, bir an, donuk bir sessizlik içinde bekledi, sonra yatağın yanında dizlerinin üstüne çöktü ve yüzünü elleriyle kapayarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Hemşire kararsız dikiliyordu, bir yatağın kenarında diz çökmüş adama bakıyor (skandaldı bu!), bir koğuşun diğer ucunda fermuar avlama oyununu bırakmış, yassı burunları ve patlak gözleriyle 20. Yatak etrafında ortaya konan rezaleti izleyen çocuklara bakıyordu. Onunla konuşmalı mıydı? Kendisini toparlamasına yardımcı mı olmalıydı? Nerede olduğunu, bu masum çocuklara nasıl kötülük ettiğini hatırlatsa mıydı? Bu iğrenç böğürtüleriyle –sanki ölüm korkunç bir şeymişçesine ve sanki insan hayatı bu kadar önemliymişçesine– bütün ölüm şartlandırmalarını mahvediyordu. Konu hakkında en kötü fikirlere kapılmalarına ve bütünüyle yanlış, son derece antisosyal tepkiler geliştirmelerine neden olabilirdi.

By the time they were back at the end of the ward Linda was dead.

The Savage stood for a moment in frozen silence, then fell on his knees beside the bed and, covering his face with his hands, sobbed uncontrollably. The nurse stood irresolute, looking now at the kneeling figure by the bed (the scandalous exhibition!) and now (poor children!) at the twins who had stopped their hunting of the zipper and were staring from the other end of the ward, staring with all their eyes and nostrils at the shocking scene that was being enacted round Bed 20. Should she speak to him? try to bring him back to a sense of decency? remind him of where he was? of what fatal mischief he might do to these poor innocents? Undoing all their wholesome death-conditioning with this disgusting outcry-as though death were something terrible, as though any one mattered as much as all that! It might give them the most disastrous ideas about the subject, might upset them into reacting in the entirely wrong, the utterly anti-social way.

IMG_20171223_213632_238

“Fakat niye yasaklandı?” dedi Vahşi. Shakespeare okumuş bir insanla karşılaşmanın heyecanıyla, geçici bir süre için başka her şeyi unutmuştu.

Denetçi omuzlarını silkti. “Çünkü eski; asıl nedeni bu. Burada eski şeyler işimize yaramaz.”

“Muhteşem olsalar bile mi?”

“Özellikle de muhteşemseler. Güzellik çekicidir ve biz insanlarımızın eski şeylere kapılmalarını istemeyiz. Yeni şeyleri sevmelerini isteriz.”

“But why is it prohibited?” asked the Savage. In the excitement of meeting a man who had read Shakespeare he had momentarily forgotten everything else.

The Controller shrugged his shoulders. “Because it’s old; that’s the chief reason. We haven’t any use for old things here.”

“Even when they’re beautiful?”

“Particularly when they’re beautiful. Beauty’s attractive, and we don’t want people to be attracted by old things. We want them to like the new ones.”

IMG_20171223_213640_465

“Ve de asla yazmayacağınız şey,” dedi Denetçi. “Çünkü eğer gerçekten Othello’ya benzerse kimse anlayamaz, ne kadar yeni olursa olsun. Yeni olursa da, Othello’ya benzeyemez.”

“Neden olmasın?”

“Evet, neden?” diye tekrarladı Helmholtz. Durumun tatsız gerçeklerini o da unutmuştu. Sadece endişe ve korkudan mosmor olan Bernard, diğerlerinin varlığının bilincindeydi; diğerleri, kendisini göz ardı ediyordu. “Neden olmasın?”

“Çünkü bizim dünyamız Othello’nunkiyle aynı değil. Çelik olmadan araba yaratamazsınız –aynı şekilde, sosyal çalkantı olmadan da trajedi yaratamazsınız. Dünya şu anda istikrara kavuşmuş durumda. İnsanlar mutlu; istediklerini alıyorlar ve ulaşamayacakları şeyleri de asla istemiyorlar. Refahları yerinde; emniyetteler; hiç hastalanmıyorlar; ölümden korkmuyorlar; ihtiras ve ihtiyarlıktan habersiz ve bundan da çok memnunlar; veba gibi bir illet olan anne ve babaları yok; güçlü duygular hissedecekleri eşleri, çocukları ve sevgilileri yok; şartlandırmaları uyarınca davranmaları gerektiği gibi davranmak zorundalar. Herhangi bir sorun çıkması durumunda da soma var. Siz de tutup, özgürlük adına pencereden savurdunuz, Bay Vahşi. Özgürlük!” Güldü. “Bir de Deltaların, özgürlüğün ne olduğunu bilmelerini bekliyordunuz! Şimdi de Othello’yu anlamalarını bekliyorsunuz! Vah güzel çocuğum vah!”

 

“And it’s what you never will write,” said the Controller. “Because, if it were really like Othello nobody could understand it, however new it might be. And if were new, it couldn’t possibly be like Othello.”

“Why not?”

“Yes, why not?” Helmholtz repeated. He too was forgetting the unpleasant realities of the situation. Green with anxiety and apprehension, only Bernard remembered them; the others ignored him. “Why not?”

“Because our world is not the same as Othello’s world. You can’t make flivvers without steel-and you can’t make tragedies without social instability. The world’s stable now. People are happy; they get what they want, and they never want what they can’t get. They’re well off; they’re safe; they’re never ill; they’re not afraid of death; they’re blissfully ignorant of passion and old age; they’re plagued with no mothers or fathers; they’ve got no wives, or children, or lovers to feel strongly about; they’re so conditioned that they practically can’t help behaving as they ought to behave. And if anything should go wrong, there’s soma. Which you go and chuck out of the window in the name of liberty, Mr. Savage. Liberty!” He laughed. “Expecting Deltas to know what liberty is! And now expecting them to understand Othello! My good boy!”

IMG_20171223_213643_687

Vahşi kafasını salladı. “Hepsi çok korkunç görünüyor bana.”

“Elbette görünecek. Istırap karşılığında kazanılan şeylerle kıyaslandığında, şu andaki mutluluk çok sefil kalır. Ve tabii ki istikrar, istikrarsızlık kadar gösterişli değildir. Mutlulukta, şanssızlığa karşı verilen mücadelenin ihtişamlarından hiçbiri yoktur. Günahla mücadelenin veya ihtiras ya da şüphe nedeniyle ölümüne altüst oluşların görkemini bulamazsınız mutlulukta. Mutluluğun yüce bir yanı yoktur.”

The Savage shook his head. “It all seems to me quite horrible.”

“Of course it does. Actual happiness always looks pretty squalid in comparison with the over-compensations for misery. And, of course, stability isn’t nearly so spectacular as instability. And being contented has none of the glamour of a good fight against misfortune, none of the picturesqueness of a struggle with temptation, or a fatal overthrow by passion or doubt. Happiness is never grand.”

IMG_20171223_213648_829

“Merak ediyordum,” dedi Vahşi, “niye yaptınız onları? O şişelerden her istediğinizi elde etmeniz mümkün. Bu aşamadayken niye herkesi Alfa-Çift-Artı yapmıyorsunuz?”

Mustafa Mond güldü. “Gırtlağımız kesilsin istemiyoruz da ondan,” dedi. “Mutluluğa ve istikrara inanıyoruz. Alfalardan oluşan bir toplum, eninde sonunda istikrarsız ve sefil olmaya mahkûmdur. Çalışanları sadece Alfaların oluşturduğu bir fabrikayı düşünün –yani ayrı olan ve akrabalık bağları olmayan, iyi bir mirasa sahip, özgür (sınırlar dahilinde) iradesiyle seçim yapabilecek ve sorumluluk alabilecek bireylerden oluşsun. Bir düşünün!” diye tekrarladı.

Vahşi düşünmeye çalıştı, ama pek başarılı olamadı.

“Abes bir durum olurdu. Alfa olarak şişeden alınmış, Alfa olarak şartlandırılmış bir insan, Epsilon Yarı Moronların işini yapmak zorunda kalsaydı çıldırırdı –çıldırır ya da her şeyi kırıp dökmeye başlardı. Alfalar, Alfa işi yaptırmak koşuluyla, tamamıyla sosyalleştirilebilirler. Epsilonlara özgü özverileri yalnızca Epsilonlardan bekleyebilirsiniz, çünkü Epsilonlar için bunlar özveri değil, en az direniş sınırıdır. Şartlandırması, koşması beklenen çizgiyi zaten çizmiştir. Elinde değildir, yazgısı önceden belirlenmiştir. Şişeden alındıktan sonra da şişede kalmaya devam eder –çocuksu ve embriyonik saplantılarla dolu görünmez bir şişede. Elbette her birimiz,” düşünceli bir biçimde devam etti, “bir şişede geçiririz yaşamımızı. Ama eğer Alfa isek, şişelerimiz görece büyüktür. Daha dar bir alanla sınırlandırılsaydık, sürekli acı çekmemiz gerekirdi. Üst sınıfların yapay şampanyasını alt sınıfların şişelerine dökemezsiniz. Teorik açıdan bariz bir gerçektir bu. Fakat pratikte de böyle olduğu kanıtlanmıştır. Kıbrıs deneyinin sonucu inandırıcıydı.”

“Bu deney neydi?” dedi Vahşi.

Mustafa Mond gülümsedi. “Buna yeniden şişeleme deneyi de denebilir. F.S. 473 yılında başladı. Yöneticiler, Kıbrıs adasının tüm sakinlerini boşaltıp özel olarak hazırlanmış, yirmi iki bin Alfa’dan oluşan bir grup yerleştirdiler. Tüm kültürel ve endüstriyel donanım kendilerine devredildi ve kendi işlerini kendileri idare etmek üzere bırakıldılar. Sonuç, tüm teorik öngörüleri tam olarak doğrular nitelikteydi. Toprak uygun şekilde işlenmemişti; bütün fabrikalarda grevler çıkmış, yasalar hiçe sayılmış, emirlere karşı konulmuştu. Düşük seviyeli işlerde görev verilen bütün insanlar, yüksek seviyeli işler için sürekli entrikalar çeviriyor, buna karşılık olarak da yüksek seviyede çalışan insanlar, ne pahasına olursa olsun konumlarını korumak için entrikalar çeviriyorlardı. Altı yıl geçtiğinde birinci sınıf bir iç savaşa girdiler. Yirmi iki bin insandan on dokuz bini öldüğünde, kurtulanlar hep birlikte dilekçe yazıp, Dünya Denetçileri’nden adanın yönetimini tekrar üstlenmelerini istediler. Denetçiler isteneni yaptılar. İşte bu da dünyanın görüp göreceği tek Alfa toplumunun sonu oldu.”

Vahşi derin bir nefes aldı.

“Optimum toplum,” dedi Mustafa Mond, “buzdağı örneğine göre kurulur –dokuzda sekizi su seviyesinin altında, dokuzda biri üstünde.”

“Su seviyesinin altındakiler mutlu mu pekiyi?”

“Üstündekilerden daha mutludurlar. Buradaki dostlarınızdan daha mutlular, örneğin.” Parmağıyla işaret etti.

“O berbat işlere rağmen mi?”

“Berbat mı? Onlar öyle düşünmezler. Aksine işlerini severler. İşleri hafiftir, çocuk oyuncağıdır. Beyinleri ya da kasları asla zorlanmaz. Yedi buçuk saat hafif, yormayan iş, sonra da soma istihkakları, oyunları, sınırsız çiftleşmeleri ve duyusal filmler. Başka ne isteyebilirler ki? Doğru,” diye ekledi, “daha kısa çalışma saatleri isteyebilirler. Biz de onlara daha kısa çalışma saatleri verebiliriz. Teknik olarak, alt sınıfların iş gününü üç ya da dört saate indirmek çok basit bir şeydir. Ama bu onları daha mutlu eder miydi? Hayır, etmezdi. Yüz elli yıldan daha uzun bir süre önce denenmişti. İrlanda’nın tamamında dört saatlik iş günü uygulanmıştı. Sonuç ne oldu? Kargaşa ve soma tüketiminde büyük bir artış, hepsi bu. O üç buçuk saatlik boş zaman bir mutluluk kaynağı olmaktan o kadar uzaktı ki, insanlar o boş zamandan kurtulmaya çalışıyorlardı. Buluşlar Ofisi, emekten tasarruf planlarıyla dolup taşmakta. Binlercesi var.” Mustafa Mond eliyle bolluk işareti yaptı. “Peki niye uygulamaya koymuyoruz? Emekçilerin kendi menfaatleri için; onlara fazla boş zaman ıstırabı çektirmek zalimlikten başka bir şey olmaz. Tarımda da böyle bu. İstesek her ürünü sentetik olarak üretebiliriz. Ama üretmiyoruz. Nüfusun üçte birini tarlada tutmayı yeğliyoruz. Kendi menfaatleri gereği –çünkü gıdayı topraktan elde etmek, fabrikada üretmekten daha uzun sürüyor. Üstelik istikrarımızı da düşünmek zorundayız. Değişmek istemiyoruz. Her değişim, istikrar için bir tehdit unsurudur.

 

“I was wondering,” said the Savage, “why you had them at all-seeing that you can get whatever you want out of those bottles. Why don’t you make everybody an Alpha Double Plus while you’re about it?”

Mustapha Mond laughed. “Because we have no wish to have our throats cut,” he answered. “We believe in happiness and stability. A society of Alphas couldn’t fail to be unstable and miserable. Imagine a factory staffed by Alphas-that is to say by separate and unrelated individuals of good heredity and conditioned so as to be capable (within limits) of making a free choice and assuming responsibilities. Imagine it!” he repeated.

The Savage tried to imagine it, not very successfully.

“It’s an absurdity. An Alpha-decanted, Alpha-conditioned man would go mad if he had to do Epsilon Semi-Moron work-go mad, or start smashing things up. Alphas can be completely socialized-but only on condition that you make them do Alpha work. Only an Epsilon can be expected to make Epsilon sacrifices, for the good reason that for him they aren’t sacrifices; they’re the line of least resistance. His conditioning has laid down rails along which he’s got to run. He can’t help himself; he’s foredoomed. Even after decanting, he’s still inside a bot-tle-an invisible bottle of infantile and embryonic fixations. Each one of us, of course,” the Controller meditatively continued, “goes through life inside a bottle. But if we happen to be Alphas, our bottles are, relatively speaking, enormous. We should suffer acutely if we were confined in a narrower space. You cannot pour upper-caste champagne-surrogate into lower-caste bottles. It’s obvious theoretically. But it has also been proved in actual practice. The result of the Cyprus experiment was convincing.”

“What was that?” asked the Savage.

Mustapha Mond smiled. “Well, you can call it an experiment in rebot-tling if you like. It began in A.F. 473. The Controllers had the island of Cyprus cleared of all its existing inhabitants and re-colonized with a specially prepared batch of twenty-two thousand Alphas. All agricultural and industrial equipment was handed over to them and they were left to manage their own affairs. The result exactly fulfilled all the theoretical predictions. The land wasn’t properly worked; there were strikes in all the factories; the laws were set at naught, orders disobeyed; all the people detailed for a spell of low-grade work were perpetually intriguing for high-grade jobs, and all the people with high-grade jobs were counter-intriguing at all costs to stay where they were. Within six years they were having a first-class civil war. When nineteen out of the twenty-two thousand had been killed, the survivors unanimously petitioned the World Controllers to resume the government of the island. Which they did. And that was the end of the only society of Alphas that the world has ever seen.”

The Savage sighed, profoundly.

“The optimum population,” said Mustapha Mond, “is modelled on the iceberg-eight-ninths below the water line, one-ninth above.”

“And they’re happy below the water line?”

“Happier than above it. Happier than your friend here, for example.” He pointed.

“In spite of that awful work?”

“Awful? They don’t find it so. On the contrary, they like it. It’s light, it’s childishly simple. No strain on the mind or the muscles. Seven and a half hours of mild, unexhausting labour, and then the soma ration and games and unrestricted copulation and the feelies. What more can they ask for? True,” he added, “they might ask for shorter hours. And of course we could give them shorter hours. Technically, it would be perfectly simple to reduce all lower-caste working hours to three or four a day. But would they be any the happier for that? No, they wouldn’t. The experiment was tried, more than a century and a half ago. The whole of Ireland was put on to the four-hour day. What was the result? Unrest and a large increase in the consumption of soma; that was all. Those threeand a half hours of extra leisure were so far from being a source of happiness, that people felt constrained to take a holiday from them. The Inventions Office is stuffed with plans for labour-saving processes. Thousands of them.” Mustapha Mond made a lavish gesture. “And why don’t we put them into execution? For the sake of the labourers; it would be sheer cruelty to afflict them with excessive leisure. It’s the same with agriculture. We could synthesize every morsel of food, if we wanted to. But we don’t. We prefer to keep a third of the population on the land. For their own sakes-because it takes longer to get food out of the land than out of a factory. Besides, we have our stability to think of. We don’t want to change. Every change is a menace to stability.

IMG_20171223_213659_320

Tuhaftır,” dedi ve bir süre sustu, “Fordumuzun yaşadığı dönemlerde insanların bilimsel ilerleme konusunda yazdıklarını okuyorum da. Sanki başka hiçbir şeye bakılmaksızın, bilimin sonsuza dek ilerlemesine izin verilebileceğini düşünüyorlarmış gibi görünüyor. Bilgi en yüce iyilikmiş, gerçek ise en yüce değer; diğer her şey ikincil ve önemsizmiş. Doğru, o zamanlar bile düşünceler değişmeye başlamış. Bizzat Fordumuzun kendisi, vurguyu gerçek ve güzellikten alıp rahatlık ve mutluluğa taşımak için büyük uğraşlar vermiştir. Seri üretim bu değişimi zorunlu kılmıştır. Evrensel mutluluk, çarkları sabit bir şekilde döndürür; gerçek ve güzellik bunu yapamaz…

… Bedelsiz hiçbir şey yoktur. Mutluluğun bedelinin ödenmesi gerekir. Siz bu bedeli ödüyorsunuz Mr. Watson –ödüyorsunuz, çünkü güzellikle fazla ilgileniyorsunuz. Ben de gerçekle fazla ilgilenmiştim; ben de bedelini ödedim.”

It’s curious,” he went on after a little pause, “to read what people in the time of Our Ford used to write about scientific progress. They seemed to have imagined that it could be allowed to go on indefinitely, regardless of everything else. Knowledge was the highest good, truth the supreme value; all the rest was secondary and subordinate. True, ideas were beginning to change even then. Our Ford himself did a great deal to shift the emphasis from truth and beauty to comfort and happiness. Mass production demanded the shift. Universal happiness keeps the wheels steadily turning; truth and beauty can’t…

…One can’t have something for nothing. Happiness has got to be paid for. You’re paying for it, Mr. Watson-paying because you happen to be too much interested in beauty. I was too much interested in truth; I paid too.”

IMG_20171223_213701_541

Kızgın bir sesle konuşan Vahşi, “Eğer Tanrı’yı biliyorsanız niye onlara anlatmıyorsunuz?” diye sordu. “Tanrı hakkındaki bu kitapları niye vermiyorsunuz insanlara?” “Onlara Othello’yu neden vermiyorsak, bunları da aynı nedenle vermiyoruz: eskiler de ondan; yüzlerce yıl öncesinin Tanrısını anlatıyorlar. Şimdinin Tanrısını değil.” “Ama Tanrı değişmez ki.” “İnsanlar değişir ama.” “Ne fark eder?” “Öyle bir fark eder ki,” dedi Mustafa Mond.

“But if you know about God, why don’t you tell them?” asked the Savage indignantly. “Why don’t you give them these books about God?” “For the same reason as we don’t give them Othello: they’re old; they’re about God hundreds of years ago. Not about God now.” “But God doesn’t change.” “Men do, though.” “What difference does that make?”

“All the difference in the world,” said Mustapha Mond.

IMG_20171223_213712_940

“Fakat namus demek tutku demektir, namusluluk demek sinirsel gerginlik demektir. Tutku ve sinirsel gerginlik ise istikrarsızlık demektir. İstikrarsızlık ise medeniyetin sonu demektir. Bolca tensel günah olmadan kalıcı bir uygarlık kuramazsınız.”

“But chastity means passion, chastity means neurasthenia. And passion and neurasthenia mean instability. And instability means the end of civilization. You can’t have a lasting civilization without plenty of pleasant vices.”

 

“Sevgili genç dostum,” dedi Mustafa Mond, “uygarlığın kahramanlık ya da yüceliğe hiç ihtiyacı yoktur. Bunlar, politik yetersizliğin belirtileridir. Bizimki gibi düzenli bir toplumda, hiç kimsenin kahraman ya da yüce olma fırsatı olmaz. Böylesi bir olgunun yaşanması için, koşulların bütünüyle dengesiz olması gerekir. Savaşların yaşandığı, bölünmüş ittifakların olduğu yerlerde, baştan çıkmamak için mücadele verilen yerlerde, uğruna savaşılacak ya da savunulacak aşkların olduğu yerlerde yücelik ve kahramanlığın bir anlamı olabilir elbette. Fakat şimdi savaşlar yaşanmıyor. Birini çok fazla sevmemeniz için büyük özen gösteriliyor. Bölünmüş bir ittifak söz konusu bile olamaz; öylesine şartlandırılırsınız ki, sizden beklenenleri yapmamak elinizde değildir. Yapmanız beklenen şeyler genelde öyle keyiflidir ve öyle çok sayıda doğal dürtünüz özgürce tatmin edilir ki, baştan çıkmamak için mücadele edilecek hiçbir şey bulamazsınız. Olur da, şanssızlık bu ya, tatsız herhangi bir şey olursa, daima soma alarak gerçeklerden uzaklaşabilirsiniz. Öfkenizi yatıştıracak, sizi düşmanlarınızla uzlaştıracak, sizi sabırlı ve dayanıklı kılacak soma hep yanınızdadır. Geçmişte bütün bunları, sadece büyük bir çaba göstererek ve yıllar süren ahlak eğitimiyle başarabilirdiniz. Şimdiyse iki üç tane yarım gramlık tablet almanız yeterli. Artık herkes erdemli olabilmektedir. Ahlakınızın en azından yarısını, küçük bir şişede yanınızda taşıyabilirsiniz. Gözyaşlarından arındırılmış Hristiyanlık –işte soma bu.”

“My dear young friend,” said Mustapha Mond, “civilization has absolutely no need of nobility or heroism. These things are symptoms of political inefficiency. In a properly organized society like ours, nobody has any opportunities for being noble or heroic. Conditions have got to be thoroughly unstable before the occasion can arise. Where there are wars, where there are divided allegiances, where there are temptations to be resisted, objects of love to be fought for or defended-there, obviously, nobility and heroism have some sense. But there aren’t any wars nowadays. The greatest care is taken to prevent you from loving any one too much. There’s no such thing as a divided allegiance; you’re so conditioned that you can’t help doing what you ought to do. And what you ought to do is on the whole so pleasant, so many of the natural impulses are allowed free play, that there really aren’t any temptations to resist. And if ever, by some unlucky chance, anything unpleasant should somehow happen, why, there’s always soma to give you a holiday from the facts. And there’s always soma to calm your anger, to reconcile you to your enemies, to make you patient and long-suffering. In the past you could only accomplish these things by making a great effort and after years of hard moral training. Now, you swallow two or three half-gramme tablets, and there you are. Anybody can be virtuous now. You can carry at least half your mortality about in a bottle. Christianity without tears-that’s what soma is.”

“Aslında,” dedi Mustafa Mond, “siz mutsuz olma hakkını istiyorsunuz.”

“In fact,” said Mustapha Mond, “you’re claiming the right to be unhappy.”

 

Yazılar Aldous Huxley’ in Cesur Yeni Dünya’ sından alınmıştır. Fotoğraflar bana aittir. Quotes are taken from Brave New World by Aldous Huxley. Photos are taken by me.